15 Mar 2015

Bilmek İçin Bilim – Çağhan Kızıl

Doğa felsefesi, kozmoz’un denenebilir yöntemlerle ele alınması ve anlaşılmaya çalışılmasına dayanır. Pozitif bilim dediğimiz şey ise, en ilkel tanımıyla Plato’nun Charmides’inde yazdığı gibi fiziksel bir yargıya yol açan uğraşının adıdır. Biliyoruz ki insanlık tarihinin en eski soruları, yaşadığımız çevreyi ve doğayı anlama çabasına dair olanlardır. Antik uygarlıkların canlıların yaşayış ilişkilerini öğrenme isteği, orta çağda insan bedeninin işleyişini bilme ya da evrenin sırlarını açığa çıkarma arzularıyla teorik olarak aynı sorgulayıcı bir romantik anlayıştan beslense de günümüz bilimsel çalışmaları, öncelleriyle karşılaştırıldığında önemli bir dezavantaja sahiptir: bilgi üretiminin giderek daha fazla teknoloji odaklı hale gelmesi.

Bir temel bilim araştırmasının nihai hedefi tutarlı ve tekrarlanabilir veri üretmektir. Ancak bu ne hedeflenebilir pragmatik bir amaca yönelik olmalıdır ne de mali olarak “geri dönüş” potansiyeli barındırmakla yükümlüdür. Zira bu tarz bir araştırma sadece “bilme” amacı güderken, “uygulanabilirlik” alanlari açması ikincil önemdedir. Fakat bugün gittikçe artan bir şekilde bilim ile sanayi kelimeleri yanyana kullanılmaktadır. Her tür bilimsel verinin patent ve teknoloji transferi kuralları altında ele alınması ve metalaştırılması, elbette kaçınılmaz şekilde bilginin, o bilgiye sahip kurumların ve bu kurumların üreteceği teknolojilerin tekelleşmesi ile sermayeye bağımlı teknokratik bir kurumsal tahakkümün oluşması sonucunu doğurmaktadır. Bu nedenledir ki, bilimsel gelişmenin en geniş tabanın ihtiyaçları ve katılımı doğrultusunda değil, dar teknokrat konsorsiyumlarin çıkarlarına hizmet edecek şekilde gerçekleşmesi, hem bürokratik mekanizmaları ellerinde tutanlar (kamusal ya da özel AR-GE departmanları, araştırma fonlarını düzenleyen kurumlar vb.) hem de kazanılacak bilgilerden elde edilecek iktisadi kârı düzenlemekle görevli olanlar (finans çevreleri, bankalar, çok-uluslu şirketler) için tercih edilen bir durumdur. Bu dar kitleyi yaratırken de esas alınan kriterler araştırma projesinin kapsamına ve uygulanabilirliğine göre değişse de, genelde kişilerin toplumsal ilişki biçimlerinden ve siyasetten bağımsız değildir. Yani, toplumsal ve iktisadi seçimler bilimsel ilerlemeyi de doğrudan etkilemektedir.

Bilginin üretilmesi sürecinin ana aktörleri araştırma enstitüleri, bilim insanları ve araştırma için kaynak ayıran kurumlarken yasal duzenlemeleri gerçekleştirenlerse çoğunlukla hiyerarşik bürokrasinin üst kademesidir. Bu durum, katılımcı bir bilim politikasının yaratılamamasını, ve yalnızca uygulanabilirlikle sınırlı kalan bir bilimsel araştırma vizyonunu doğurur ki uzun vadede bu durum o coğrafyada bilimsel gelişimi öldürür. Bu noktada hatırlatmakta fayda vardır ki her ne kadar serbest ekonominin ve özel teşebbüsün kamusal denetimin dışına çıkmasına olanak veren yasalar ile araştırma fonlarının kamusal olmayan vasıfları eşitlikçi düzenlemeleri yaratabilmenin önünde paradoksal bir engel teşkil etse de, bilgi-teknoloji geçisinde tekelleşmenin karşısına daha fazla şeffaflık ve katılım koyabilmek için yapılması gerekenlerin başında bilimsel bilgi üretiminin fon denetimi ve hukuki düzenlemesi gelmektedir.

Son olarak, yaşanan bu durum elbette tüketim ve kar odaklı, doğanın ve insanın reddine dayanan, karın maksimizasyonu için neo-liberal toplum dinamiklerini yaratma çabası içindeki post-modern siyaset biçimlerinin, toplumsal ilişkileri sermayenin egemenliğine tabi kılma çabasından bağımsız düşünülemez. Tutarlılık kaygısı gütmeyen post-modern etik, bilimsel alanda da makyavelist bir sürece işaret eder. Bunların yanında, modernite, ne kadar bilimi ve akılcılığı esas alan bir toplumsal proje idiyse, post-modernizm de bir o kadar mistisizmi, bilinemezciliği ve kaderci bir teolojik toplum yapısını sağlamaya yöneliktir. Neoliberal kapitalist küreselleşme sürecinde, malların, hizmetlerin, sermaye ve bilgi akışının önündeki kısıtlamaların ve kontrollerin hızla ortadan kaldırılması, bilimsel gelişmeleri yaratan bilginin belli ellerde toplanması ve insanlığın kazanımlarının insanlık yararına kullanımının engellenmesine neden olmaktadır. Türkiye’nin bu konudaki hukuki ve toplumsal farkındalığının diğer ülkelerin çok gerisinde olduğu düşünüldüğünde, en azından çok geç olmadan bilim ve teknoloji politikalarının şeffaflaştırılması, geniş katılıma dayanan bir karar alma mekanizmasının örülmesi ve araştırma yönelimlerinin kar etme ekseninden çıkartılması için çalışmak yerinde adımlar olacaktır.


Bu yazı, 23 Aralık 2012 tarihli BirGün Pazar ekinde yayınlanmıştır.